Frieze London 2025: Şehirde Nereye Gitmeli
- Görkem Karaman
- 8 Eki
- 6 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 31 Eki
Her Ekim ayında Londra, çağdaş sanatın en ilgi çekici noktalarından biri haline geliyor ve bu yılki Frieze London & Frieze Masters (15–19 Ekim 2025) edisyonu, şehrin kültürel enerjisini yeniden tanımlıyor. Regent’s Park’taki klasik fuar görüntülerinin ötesinde, kent bir açık hava sanat sahnesine dönüşüyor. Keşfedecek çok nokta var!
Tate Modern’de Do Ho Suh’nun hafıza, kimlik ve mekân üzerine kurduğu saydam enstalasyonları; White Cube’da Cai Guo-Qiang’ın barutla yarattığı patlamaya hazır soyutlamaları; Royal Academy’de Kiefer / Van Gogh sergisinin şiirsel diyaloğu bu haftayı görsel ve düşünsel bir keşif yolculuğuna dönüştürüyor. Barbican’daki Dirty Looks: Desire and Decay in Fashion sergisi, güzellik ve çürüme arasındaki gerilimi tartışırken; Hayward Gallery’deki Gilbert & George işleri, Britanya’nın ironik portresini çiziyor. Şehrin finans merkezini geçici bir heykel galerisine dönüştüren Sculpture in the City programı ise Frieze haftasının kamusal yüzünü tamamlıyor. Hadi gelin, Frieze haftası için Londra’da bulunan sanatseverlerle birlikte bu atmosferi keşfe çıkalım.

Dirty Looks: Desire and Decay in Fashion — Barbican Art Gallery
Londra’nın merkezinde, Barbican Art Gallery’nin ikonik brutalist yapısında yer alan “Dirty Looks: Desire and Decay in Fashion”, güzellik, çekicilik ve çürüme arasındaki sınırları incelikle ele alan bir sergi. 2025 Eylül’ünde ziyarete açılan bu kapsamlı seçki, modanın zamana, toplumsal değişimlere ve bedene dair bir anlatı biçimi olduğunu hatırlatıyor. Küratöryel kurguda Alexander McQueen, Rick Owens, Simone Rocha ve Maison Margiela gibi tasarımcıların arşivlerinden gelen parçalar, kusursuzluğun nasıl bir yanılsama olduğunu gösteriyor. Yıpranmış kumaşlar, solmuş tüller ve asimetrik siluetler, zarafetin ardındaki kırılgan yapıyı ortaya çıkarıyor.
Sergi; tarihsel kostümler, çağdaş enstalasyonlar ve moda fotoğrafçılığının kesiştiği bir zemin sunuyor. Ziyaretçiyi hem görsel hem düşünsel olarak yavaşlamaya davet eden bir düzen içinde ilerliyor; modanın yüzeysel estetiğini sorgularken, çağdaş beden politikalarını da açığa çıkarıyor. Benim gibi modanın tarihsel arka planına ilgi duyan izleyiciler için bu sergi, bir döneme tanıklık etmenin ötesinde, moda tarihinden izler taşıyan nadir bir karşılaşma fırsatı. “Dirty Looks”, güzelliğin yalnızca parlayan yüzeyinde değil, solmaya başlayan detaylarında da anlam arayan herkes için görülmeye değer bir durak.

Gilbert & George: A 21st Century Picture — Hayward Gallery
Hayward Gallery, Frieze haftasında Londra’nın düşünsel merkezlerinden biri hâline gelen “Gilbert & George: A 21st Century Picture” sergisiyle izleyiciyi çağdaş dünyanın ahlaki, politik ve kültürel çelişkileri üzerine düşünmeye davet ediyor. 1960’lardan bu yana birlikte çalışan sanatçı ikili, yine kendilerini merkeze alan büyük ölçekli foto-montajlarla, günümüz toplumunun ikiyüzlülüklerine ve aşırılıklarına keskin bir ironiyle yaklaşıyor. Çalışmalar, İngiliz gündelik hayatının sıradan detaylarını; reklam panoları, sokak tabelaları, dini semboller ve popüler kültür kalıntılarını sanatsal bir dilde yeniden kurarak hem kutsal hem de sıradan olanı aynı düzleme taşıyor.
Bu sergi, Gilbert & George’un 21. yüzyıla ait görsel bir portresini sunarken, onların sanatındaki süreklilik temasını da koruyor: bireyin toplum içindeki yalnızlığı, ahlak kavramının esnemesi ve sanatın provokatif gücü. Eserler, renklerin ve sembollerin yoğunluğuyla izleyiciyi içine çeken bir anlatı kuruyor. Hayward Gallery’nin modernist mimarisi içinde kurgulanan bu sergi, sanatçı ikilinin kendi dönemlerini belgelerken aslında günümüz kent insanının çelişkili ruh hâlini ortaya koyuyor. Sanatı toplumsal eleştiri için bir araç olarak gören Gilbert & George, bu sergiyle kendi görsel dilini yeniden tanımlıyor. Güncel tartışmalarla birebir temas hâlindeki işleri, izleyiciyi düşünmeye davet ediyor.

Do Ho Suh: Walk the House — Tate Modern
Tate Modern bu sezon, mekân, hafıza ve kimlik üzerine çağdaş sanatın en etkileyici anlatılarından birine ev sahipliği yapıyor. “Do Ho Suh: Walk the House”, sanatçının yıllardır sürdürdüğü kişisel ve evrensel bir araştırmayı mekânsal bir deneyime dönüştürüyor. 26 Ekim tarihine kadar ziyaret edilebilecek olan sergi, sanatçının evlerinin birebir ölçülerde yeniden üretilmiş kumaş enstalasyonlarını bir araya getiriyor. Ziyaretçiler, pastel tonlarda yarı saydam tekstillerden oluşturulmuş bu yapılarda yürürken, hem fiziksel hem duygusal anlamda bir geçiş hâlini deneyimliyor. Her duvar, kapı ve koridor, bir zamanlar yaşanmış bir mekânın izi; bir göç hikâyesinin sessiz tanığı olarak karşımıza çıkıyor.
Kore doğumlu, Londra merkezli sanatçı Do Ho Suh, bu sergide “ev” kavramını sabit bir yer değil, bir belleğin biçimi olarak ele alıyor. Kumaşın geçirgenliği, hatırlamanın kırılganlığını; dikiş izleri ise kimliğin sürekliliğini temsil ediyor. Tate Modern’in endüstriyel mimarisi içinde konumlanan bu işler, hem ölçek hem malzeme açısından çarpıcı bir kontrast yaratıyor. Sergi, göç, aidiyet ve kişisel tarih gibi kavramları soyut bir anlatı olmaktan çıkarıp izleyicinin bedensel deneyimine dönüştürüyor. Frieze haftasında görülmesi gereken en etkileyici sergilerden biri olan Walk the House sergisini görmek içinde son tarihler. O yüzden kaçırmayın derim!

Kiefer / Van Gogh: The Infinite Dialogue — Royal Academy of Arts
Royal Academy of Arts, Frieze haftasında iki farklı yüzyılı ve iki farklı sanatsal dünyayı aynı çatı altında buluşturan “Kiefer / Van Gogh: The Infinite Dialogue” sergisine ev sahipliği yapıyor. 2025 Ekim’inde açılan ve 15 Şubat 2026’ya kadar sürecek bu kapsamlı sergi, resim ile şiir arasındaki yaratıcı bağı, doğa, maneviyat ve insanın içsel deneyimi üzerinden inceliyor. Sergide, Vincent van Gogh’un renklerin duygusal yoğunluğuyla biçimlendirdiği manzaraları ile Anselm Kiefer’in kül, kurşun ve toprakla çalışılmış, neredeyse anıtsal nitelikteki yüzeyleri yan yana sunuluyor. Bu karşılaştırma, iki sanatçının da doğayı hem içsel bir sığınak hem de insan ruhunun yansıma alanı olarak ele alış biçimlerini güçlü bir diyalog hâline getiriyor.
Kiefer’in karanlık paletinde eriyen toprak dokular, Van Gogh’un güneşle aydınlanan peyzajlarıyla bir karşıtlık içinde okunuyor; ancak bu zıtlık, iki sanatçıyı birbirine bağlayan ortak bir arayışı açığa çıkarıyor: insanın doğayla kurduğu metafizik ilişki. Sergi boyunca, Van Gogh’un resimlerinde görülen içsel ışık ile Kiefer’in malzeme temelli şiirselliği arasında gidip gelen bir ritim hissediliyor. Küratörleri, bu diyaloğu desteklemek için eserleri tematik bölümler altında gruplamış: “Earth and Sky”, “Faith and Despair”, “Nature as Language” gibi başlıklarla, izleyiciye zamanın ötesinde bir düşünsel süreklilik sunuluyor. Kiefer / Van Gogh: The Infinite Dialogue, sanatın yüzyıllar boyunca değişen biçimlerine rağmen özündeki ortak soruyu —insan doğayla, tanrıyla ve kendisiyle nasıl ilişki kurar?— yeniden gündeme getiriyor.

Cai Guo-Qiang: Gunpowder and Abstraction — White Cube London
Londra’nın en önemli blue-chip galerilerinden biri olan White Cube, Frieze haftasında çağdaş sanatın sınırlarını yeniden tanımlayan bir sergiye ev sahipliği yapıyor. “Cai Guo-Qiang: Gunpowder and Abstraction”, 9 Kasım 2025’e kadar görülebilecek kapsamlı bir seçki olarak sanatçının son on yıldaki üretimlerini bir araya getiriyor. Sergi, Cai’nin kendine özgü tekniği olan barut patlatmalarıyla oluşturduğu eserler üzerinden, yaratım ile yıkım arasındaki ince çizgiyi inceliyor. Her patlama, hem rastlantısallığın hem de planlı müdahalenin bir sonucu; sanatçının doğa güçleriyle kurduğu diyaloğun bir parçası. Bu yöntem, Cai’nin pratiğinde resim, performans ve doğa olayını aynı düzleme taşıyan bir ifade biçimine dönüşüyor.
Sergide yer alan büyük ölçekli tuvallerdeki yanık izleri ve duman katmanları, hem birer soyut peyzaj hem de enerjinin maddesel izleri olarak okunuyor. Cai’nin işlerinde patlama bir son değil, bir başlangıç: her yanma izi, enerjinin bedene, yüzeye ve mekâna bıraktığı kalıcı bir hatıradır. Eserler, patlama anının öngörülemezliğini estetik bir düzene dönüştürürken, sanatçının Doğu felsefesiyle Batı modernizmini birleştiren düşünsel arka planını da yansıtıyor. White Cube’un karakteristik beyaz, sessiz ve minimal galerilerinde bu işler, tam anlamıyla bir kontrast yaratıyor. Barutun bıraktığı siyah lekeler, mekânın steril yüzeylerinde birer meditasyon noktası gibi duruyor. Cai Guo-Qiang burada enerjiyi hem görsel hem kavramsal bir meseleye dönüştürüyor: kontrol edilemeyen güçlerin sanatsal bir dile çevrilmesi.

Sculpture in the City — Various Locations, City of London
Londra’nın finans merkezi her yıl bahar aylarında sanata açılıyor. “Sculpture in the City”, 2026 baharına kadar sürecek açık hava sergisiyle kentin mimari dokusunu geçici bir galeriye dönüştürüyor. Gökyüzüne uzanan cam cepheler, tarihi taş binalar ve kalabalık meydanlar arasında yerleştirilen çağdaş heykeller, şehri yaşayan bir sergi alanına çeviriyor. Program, her yıl farklı küratörlerin seçkisiyle oluşturuluyor ve hem tanınmış hem de yükselen sanatçıların çalışmalarına yer veriyor. Bu yılın edisyonunda Rana Begum, Anthony Caro, Sarah Lucas ve Ugo Rondinone gibi isimlerin işleri, mimarinin sert çizgileriyle diyalog kuran yerleştirmeleriyle öne çıkıyor.
Serginin en dikkat çekici yanı, sanatla gündelik hayat arasındaki sınırları ortadan kaldırması. Finans merkezinde işe giden bir çalışan ya da turist kalabalığının arasından geçerken, aniden karşınıza çıkan bir heykel, şehrin ritmini bir anlığına kesintiye uğratıyor. Bu müdahale, sanatı müzelerin beyaz duvarlarından çıkararak kamusal alana taşımayı amaçlıyor. Her eser, bulunduğu konumla kurduğu ilişki üzerinden yeni anlamlar üretiyor, cam bir gökdelenin önünde parlayan paslanmaz çelik yüzey, ya da tarihi bir yapının avlusunda sessizce duran bronz bir figür. Şehrin sokaklarını bir yürüyüş rotası hâline getiren sergi, sanat izleme biçimini değiştiren nadir deneyimlerden biri; hem planlanmış bir güzergâh hem de rastlantısal bir keşif hissiyle Londra’nın gündelik yaşamına yeni bir ritim kazandırıyor.

Blitz: The Club That Shaped the ’80s — Design Museum London
Perfect Weekend’in Frieze London için hazırladığı Where to Go serisinin son durağı, Londra’nın kültürel belleğine damgasını vurmuş bir döneme odaklanıyor: Design Museum’da yer alan “Blitz: The Club That Shaped the ’80s”. Bu bölüm, 29 Mart 2026’ya kadar sürecek sergiyle aynı ritimde ilerliyor; geçmişin enerjisini bugünün gözüyle okuyan, zamansız bir kapanış hissi taşıyor. Vertigo’nun son durağı, Londra’nın 1980’lerdeki yeraltı estetiğini, müzikle, modayla ve kimlikle örülü bir kültürel sahne olarak yeniden hatırlatıyor.
Sergi, 1980’lerin başında Covent Garden’da açılan Blitz Club’ın enerjisini yeniden canlandırıyor. O dönemde David Bowie, Boy George, Steve Strange ve Siouxsie Sioux gibi dev isimlerin buluşma noktası olan bu mekân, Londra’nın yaratıcı yeraltı sahnesinin kalbiydi. Blitz, New Romantic akımının başlangıç noktası olarak, modanın teatral yorumlarını, müziğin görsel bir dil hâline gelişini ve bireyselliğin sanatla nasıl birleştiğini gösteriyor. Design Museum’daki sergide, dönemin kostümleri, video arşivleri, dergi kapakları, kulüp afişleri ve fanzinler bir araya getirilmiş. Ziyaretçiler, 1980’lerin yaratıcı kaosunu hem görsel hem işitsel olarak deneyimliyor; dönemin ikonografisiyle bugünün moda sahnesi arasındaki sürekliliği gözlemliyor.





Yorumlar