Yazın Kıyıya Vuran Sanat Rotaları
- Görkem Karaman
- 24 Tem
- 4 dakikada okunur
Şehirde sıcaklık her geçen gün biraz daha artarken, sanat dünyası da çoktan yaza geçmiş
durumda. Uluslararası galeriler, programlarını Paris’ten Porquerolles’e, Salzburg’dan Capri’ye
taşırken; İstanbul merkezli galeriler de rotalarını Bodrum ve Fethiye gibi sahil kasabalarına
çeviriyor. Güneşin altında uzanan bu yeni sanat rotasında, Robert Longo’dan Marcel Dzama’ya,
Mika Rottenberg’den çağdaş Türk sanatının dikkat çeken isimlerine kadar uzanan seçkiler
var.Hadi şimdi, bu yazın öne çıkan sergilerine ve sanatla buluşan destinasyonlarına birlikte göz
atalım.

İlk durağımız, Avusturya’da Salzach Nehri kıyısında konumlanan Thaddaeus Ropac’ın Villa Kast
mekânı. 19. yüzyıldan kalma bu yapı, yaz boyunca Robert Longo’nun Untitled (Vatican Bishops)
başlıklı sergisine ev sahipliği yapıyor. Sanatçının hiper-gerçekçi kömür çizimleriyle oluşturduğu
bu seçki, Batı toplumunun kolektif görsel hafızasında yer eden dini imgeleri günümüzün medya
bombardımanıyla buluşturuyor.

Rembrandt ve Da Vinci gibi ustaların eserlerinden esinlenen altı iş arasında, üç buçuk metrelik
Untitled (Vatican Bishops) öne çıkıyor. Sırtları dönük halde bekleyen kardinal figürleriyle,
kutsallık ve temsil kavramları arasında bir gerilim yaratıyor. Longo, görsel dünyayla kurduğumuz
yüzeysel ilişkiyi tersine çevirmek istiyor. Aşırı tüketime alışmış gözlerimizi yavaşlatmaya,
imgelerin gerçek etkisini yeniden hissettirmeye çalışıyor. Ne devasa ölçekteki kompozisyonlar ne
de zarif detaylar rastlantısal: Her biri, inanç, otorite ve görsel kültür üzerinden şekillenen yapıları
sorgulayan sessiz birer müdahale.

Avusturya’dan sonra rotamızı bu kez Fransız Rivierası’na çeviriyoruz. Perrotin iş birliğiyle
Fondation Carmignac tarafından Porquerolles Adası’nda düzenlenen Les Géologies du rêve,
Julian Charrière’nin doğa, jeoloji ve zaman kavramları üzerine kurguladığı şiirsel bir deneyim
alanı. Sergi, 16. yüzyıldan kalma Fort Sainte-Agathe’nin taş duvarları arasında, adanın pastoral
sessizliğini çağdaş bir meditasyon alanına dönüştürüyor.Merkezde yer alan “Vertigo” adlı heykel,
buharla çevrelenmiş bir platformun üzerinde ağır ağır dönüyor. Oniks taşından oyulmuş bu
formla birlikte ziyaretçi, İzlanda ve Etiyopya’daki iki aktif volkana dair seslerle çevreleniyor. Işık,
buhar ve taşın birleşiminden doğan atmosfer, rüyayla uyanıklık arasında salınan bir geçiş hissi
yaratıyor. Charrière’nin işleri, izleyiciyi doğayla birebir temas kurmaya çağırıyor. Bilimsel
referanslarla örülmüş bu anlatı, karmaşık kavramları erişilebilir bir estetikle buluştururken;
Porquerolles’in doğal dokusuna uyum sağlayan sakin bir atmosfer yaratıyor.

Sanat rotasında üçüncü durak: Menorca’nın güneşli kıyıları. İspanya’nın sakin ama karakterli
adası Menorca; çam ağaçları, taş duvarlı avluları ve Akdeniz’in berrak ışığı eşliğinde Vibrant
Matter sergisine ev sahipliği yapıyor. Mika Rottenberg’in İspanya’daki ilk kişisel sergisi olan bu
gösterim, Hauser & Wirth’in ada üzerindeki etkileyici kompleksinde hayat buluyor. Sergi,
sanatçının absürt, katmanlı ve fazlasıyla çağdaş evrenine bir bakış sunuyor.
Rottenberg’in video yerleştirmeleri Cosmic Generator (2017) ve Spaghetti Blockchain (2019),
küresel üretim zincirlerini, bedenin ritmini ve görsel fazlalıkla kurulan modern ilişkileri absürtle iç
içe geçiriyor. Çin’deki plastik pazarlarından Meksika sınırına, CERN laboratuvarlarından patates
tarlalarına uzanan sahneler; kurgu ile gerçek arasında bulunan, katmanlı bir görsel anlatı
yaratıyor. Her şey hızlı ve tuhaf. Serginin sürprizi ise Lampshares serisi. New York’un kuzey
ormanlarında kontrolsüzce yayılan sarmaşıklar ve geri dönüştürülmüş plastiklerle üretilen bu
heykelsi lambalar, toksik olanı dönüştürürken, el işçiliğinin cilasız samimiyetini taşıyor. Mantar
görünümlü bu yerleştirmeler plastik ve organik materyali bir arada kullanarak etkileyici bir vizyon
sunuyor. Lüks görünümlü değil ama fazlasıyla anlam yüklü.

Geçtiğimiz aylarda Pera Müzesi’nde ağırladığımız ve işlerini yakından inceleme fırsatı bulduğum
Marcel Dzama, şimdi yaz sezonu için Los Angeles’ta. David Zwirner’ın 606 N Western
Avenue’daki galerisinde açılan Empress of Night, sanatçının hem politik ve düşsel dünyasına
yeni bir bakış sunuyor.
Dzama’nın bu sergideki işleri, gecenin içine doğmuş gibi. Çalışmalarının çoğu, sanatçının gece
geç saatlerde üretim alışkanlığına paralel şekilde, yıldızlarla dolu karanlık gökyüzü fonlarına karşı
kurgulanmış. Tropikal ormanlar, taşan nehirler, dans eden figürler ve antropomorfik hayvanlar bu
görsel evrenin oyuncuları. Goya’dan Federico García Lorca’ya uzanan göndermeler bir direniş
duygusu yaratıyor. Bazı eserler doğrudan günümüz dünyasındaki – bizim sık sık rastlaştığımız -
otoriterleşmeye işaret ederken, diğerleri alegorik bir anlatıyla demokrasi ve insan haklarına
yönelik tehditleri görünür kılıyor. Dzama’nın işleri karanlığı romantize etmektense, onun içinden
bir umut aralığı yaratıyor: gökyüzündeki yıldızlar, aylar ve devinim hâlindeki figürler bu anlatının
sessiz ama güçlü sembolleri.

Yurtdışını tavaf ettikten sonra şimdi Türkiye’nin cevher sahili Bodrum’dayız. Antik taş duvarların
arasında konumlanan Ruins Bodrum, yaz sezonuna Sevil Dolmacı Art Gallery işbirliğinde
gerçekleşen Pop of Time sergisiyle merhaba diyor. Güncel Türk sanatının estetik çeşitliliğini
yansıtan bu çok katmanlı grup sergisi, farklı jenerasyonlardan pek çok sanatçıyı bir araya
getiriyor.

Gençay Aytekin, Sinem Sezgin Bozkurt, Ebru Döşekçi, Doğan Doğan, Tuba Elmas, Cem Gönül,
Emel Ilgaz, Emre Namyeter, Ahmet Oran, Tuna Özkaragöz, Barış Sarıbaş, Sinan Saül, Ekrem
Yalçındağ ve Pamir Yıldıran gibi isimlerin eserleri, Bodrum’un yaz ışığına yeni bir katman ekliyor.
Açık hava mekânın sunduğu doğal ışık ve tarihi atmosfer, işleri içinde vakit geçirilecek bir
deneyime dönüştürüyor. Pop of Time, Bodrum’un hızlı ritmine kısa bir ara, ama bolca görsel
uyarıcı sunuyor. Bu yaz, sanatla güneş ışığını aynı karede yakalamak isteyenler için ideal bir
durak.

Rotamızın son durağı, Bodrum Zai’nin yemyeşil avlusu. İçeride ise Özlem Yenigül’ün dokusu
yumuşak ama mesajı güçlü işleri “Mekanla Bir” sergisiyle izleyiciyi karşılıyor. Geçtiğimiz aylarda
İstanbul’daki Anna Laudel galerisinde açılan ilk solo sergisi “Her Yerde Ev Olma Arzusu” nu
ziyaret etme fırsatı bulmuştum. Bodrum’da görülen seçki, o serginin tanıdık form dilini—halıya
dönüşen vazoları, hafızayla örülmüş sahneleri—doğayla baş başa bırakıyor. Kentte inşa edilen
anlatı, burada nefes alıyor. İnsan ve mekân arasındaki bağı pratiğinin merkezine yerleştiren
sanatçı, ikinci solo sergisinde “aidiyet” duygusuna odaklanıyor. “Bir yere ait hissetmek yeterli mi,
yoksa yalnızca orada bulunmak mı yetiyor?” sorusuyla şekillenen seçki, ev kavramının ötesine
geçerek bireyin ikinci ve üçüncü mekânlarla kurduğu duygusal bağları araştırıyor. Punch-needle,
yüksek kabartma baskı ve el yapımı tufting teknikleriyle üretilen işler, dokusuyla izleyiciyi
mekânsal bir aidiyet arayışının içine çekiyor. Sergi başlığının taşıdığı birliktelik hissi, duvara
yerleştirilmiş bir dokuma işin açık alana taşmasıyla somutlaşıyor; “mekân”ın nerede başlayıp
nerede bittiğini yeniden sorgulatıyor.

İmgelerin ve anlatımların güne yeni coğrafyalarda başladığı yaz ayları için – hele de plan
yapmadıysanız - bir sanat eseriyle göz göze gelmek, bir sergiyi gün batımında gezmek ya da bir
adada yalnızca düşünmek için iyi bir bahaneniz var. Eğer sizde Menorca’da bir videoart’ın içine
çekilmek ya da Porquerolles’te taş bir duvarın önünde düşüncelere dalmak, gözden kaçırdığımız
şeylerle yeniden temas kurmak isterseniz yavaştan bavulunuzu toplamaya başlayabilirsiniz.
Opmerkingen