Mauro Lipparini ile Casa International Milano'da Bulustuk.
- Kubilay Sakarya
- 4 gün önce
- 6 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 21 saat önce
Milano Tasarım Haftası’nın yarattığı yaratıcı atmosferde, çağdaş İtalyan tasarımının en karakteristik ve şiirsel seslerinden biriyle bir araya geldik: Mauro Lipparini.

Estetikle işlevselliği, gelenekle yeniliği ustalıkla bir araya getiren Lipparini için tasarım sadece bir meslek değil; yaşamın ta kendisi.Doğa, sanat, seyahat ve mimari ise onun için yalnızca ilham kaynakları değil hayatla kurduğu derin bağın ayrılmaz parçaları.
Casa International ile on yılı aşkın süredir süren iş birliğinin en yeni adımı, Milano’nun kalbinde yer alan yeni showroom oldu.Biz de bu özel mekânda Lipparini ile buluştuk; zamansız tasarım anlayışını, beslendiği dünyayı ve geleceğe dair vizyonunu kendi sözleriyle dinledik.Bu sohbet, yalnızca bir tasarım sürecini değil; aynı zamanda yavaşlamaya, düşünmeye ve yaşadığımız alanları yeniden değerlendirmeye bir çağrıydı.
Mükemmel bir hafta sonu fikriniz nedir? Neredesiniz, kiminlesiniz ve ne yapıyorsunuz?
Hafta sonlarımı haftanın diğer günleri kadar dolu dolu yaşıyorum. Benim için “iş” ve “hayat” arasında net bir ayrım yok. Eğer insan sadece hafta sonlarını sevdiği şeyleri yapmak için bekliyorsa, belki de neyle uğraştığını yeniden gözden geçirmesi gerekir. Tasarım yalnızca mesleğim değil; dünyaya bakış biçimim, yaşam tarzım.
Aynı zamanda, Toskana'nın kalbinde, Floransa'da yaşıyor olmaktan büyük bir şans duyuyorum. Chianti'nin üzüm bağlarından Apuan Alpleri’ne ve Toskana Takımadaları’na kadar burası tam bir cennet. Bu manzaralar yüzyıllardır İtalyan hayal gücünün ve kültürünün en olağanüstü ifadelerine ilham olmuştur.
Cevap bu yüzden oldukça basit ve net: Eşim Michelle ile hayat arkadaşım ve Studio Lipparini’nin yönetici direktörü doğanın sessizliğine gömülerek, Ferrari’mle kırsala yıldırım hızıyla ulaşmanın ardından, rahatlamış bir halde vakit geçirmek. Zamansız bir kaçış, yüksek modernlikte bir serüven.
Son zamanlarda sizi ne ilhamlandırdı? Bir kitap, film, sanatçı ya da bir an?
Sanat, düşünsel dünyamın merkezinde yer alıyor; ama film ve edebiyat da keşfetmeye değer sayısız fikir sunuyor.Son dönemde beni özellikle etkileyen tek bir şeyden söz edemem. Doğam gereği oldukça meraklı biriyim. Sürekli hareket halinde, gözlem yapan, biriktiren...Bir tablodaki fırça izinden, bir filmdeki kısa bir diyaloga ya da bir manzaranın dokusuna kadar her şey bende bir iz bırakabilir.Bu tür farklı alanlar arasında kurulan bağlar benim için çok değerli.Hayatı tek bir bakış açısından değil, farklı yönleriyle anlamlandırabilmek için bu çeşitlilik olmazsa olmaz.
Sizinle Casa arasındaki iş birliği nasıl başladı?
Casa, Hasan Kasan tarafından 1992 yılında bir marka olarak hayata geçirilmiş olsa da, kökleri daha da geriye, 1965’te Ankara’da açtığı butik döşemecilik atölyesine dayanıyor. Benim de Türk kültürüne ve estetiğine olan ilgim onlarca yıl öncesine uzanıyor. 1983 yılında Venedik Limanı’ndan motosikletimle yola çıkarak Anadolu’yu geçip Kapadokya’nın kalbine ulaşan bir yolculuğa çıktım. Türkiye’de karşılaştığım geleneksel zanaat anlayışı ve bu geleneğe duyulan saygı, o zamandan beri bana ilham veren mihenk taşları oldu. Bu yüzden, Casa uluslararası ölçekte büyümeye başladığında iş birliği fırsatı doğduğunda, tereddütsüz kabul ettim.
Casa ile birlikte Milano’da bir showroom oluşturma fikrinin arkasındaki vizyon neydi?
Casa koleksiyonlarını alışılmışın dışında bir şekilde sergilemek için nadir rastlanan bir alan bulmuştuk. Milano’nun kendine özgü ruhu ve dinamizmiyle bütünleşen bu sunum, bizim için özel bir deneyimdi.
Bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirebilmek için işe binayı detaylıca analiz ederek başladık. Merkezde yer almasının getirdiği dinamizmi de göz önünde bulundurduk. Bina, son derece hareketli bir mahallede yer alıyor; hem araçlar hem yayalar sürekli bir akış hâlinde ve bu hareketlilik, zaman zaman trafik ışıklarının zorladığı kısa duraklamalarla kesiliyor.O akışı, binanın pencere ve sütun yapısıyla bir çeşit ritim haline geldiğini fark ettim.
Bu ritmi, klasik bir filmin hızla değişen kareleri gibi düşündüm. Showroom vitrinleri de tıpkı o kareler gibi peş peşe dizilmiş sahnelerden oluşuyordu. Aklıma Milanolu klasik tramvay ve “Arzu Tramvayı” filmi geldi.Vitrinlerden geçenlerin, tıpkı o tramvayın akışı gibi ilerleyen bir hikâyeyi izler gibi hissetmelerini istedim. Her mobilya parçasının, yalnızca tek başına bir nesne değil; büyük bir anlatının içindeki bir durak, bir karakter gibi algılanması fikriyle ilerledim.Dış mekânla iç mekân arasında kurduğumuz bu görsel diyalog, sunumun temelini oluşturdu.
Kendi kişisel tasarım tarzınızı Casa’nın marka kimliğiyle nasıl harmanladınız?
Bir müşteriyle çalışırken, her tasarımın yalnızca markaya özgü değil, onunla bütünüyle örtüşen bir yapıda olması gerektiğini hep göz önünde bulundururum.Elbette belirli hedefler ve ihtiyaçlar baştan bellidir; ama her proje, markanın geçmişini, olası geleceğini ve bazen dile getirilmeyen beklentilerini de içine almalıdır.
Kendi hayal gücüm, estetik anlayışım ve kültürel birikimim sürece mutlaka dahil olur; ancak Casa için tasarladığım her parça, doğrudan ona ait ve onun ruhunu yansıtan bir tasarım olur.
İlk koleksiyondan bu yana, Casa’nın köklü geleneğine saygı duyan ama aynı zamanda bu mirası bugüne taşıyan mobilyalar tasarladım. Güçlü boşluklar, davetkâr hacimler ve dokunmaya davet eden yüzeyler, koleksiyonların imza niteliğindeki öğeleri oldu.
Benim açımdan bu iş birliği, yaratıcılığım ile Casa’nın güzellik, konfor ve işlevselliğe verdiği önemin doğal ve tatmin edici bir birleşimini temsil ediyor.Neredeyse on yıla ulaşan bu ortaklık, yaşanabilirlikle zarafetin birbirinden ayrılmadığı bir tasarım anlayışının ifadesi.
Tasarımda estetik yenilik ile işlevselliği nasıl dengeliyorsunuz?
Çünkü bunlar birbirinden ayrı değil; aslında aynı şeyin parçası.Yaşam tarzları ve teknolojiler değiştikçe, insanların ihtiyaçları da dönüşüyor. Tasarımcıların estetik anlayışlarının da bu dönüşüme ayak uydurması gerekiyor.Sizin “denge” dediğiniz kavram bana göre bir çaba değil; doğal bir bütünlük, kaçınılmaz bir birliktelik.
Benim kendime özgü yaklaşımım — güçlü bir ifadeye sahip ama aynı zamanda özenli ve dikkatli formlar kullanan bir dil — bu dengenin bir parçası.Keskin grafik çizgilerle ince tonlamaların, dolu ve boş alanların, şeffaf ve opak yüzeylerin oluşturduğu zıtlıklar; estetikle işlevsellik arasında çağdaş ve yaratıcı bir denge kurmama olanak tanıyor.
Aynı zamanda bir odayı her zaman bir sahne gibi düşünürüm. Bazı mobilyalar başrolde olur; bazılarıysa yardımcı ama asla önemsiz olmayan karakterlerdir.Bu parçaların bütündeki rolünü anlayabilmek için, yalnızca nasıl göründüklerine değil; nasıl hissettirdiklerine ve nasıl işlediklerine de bakmak gerekir. Bu üçü arasında gerçek bir uyum olmadığında, sahne eksik kalır.

Sık seyahat ediyorsunuz. Son zamanlarda ilham aldığınız bir şehir ya da yer oldu mu?
Gitgide daha fazla kırsala yöneliyorum.Sadece çarpıcı manzaraları için değil, sade ve sessiz detayları için. Çünkü bence asıl anlam, çoğu zaman tam da orada saklı.Aynı şey şehirler ve toplum için de geçerli: Gerçekten neyin tasarlanması gerektiğini anlayabilmek için, o küçük, alttan alta gelen sinyalleri fark edebilmek gerekiyor.
Artık şehirler beni eskisi kadar heyecanlandırmıyor; çoğu zaman yorucu ve zihni dağıtan yerler hâline geliyorlar. Ama hâlâ tarihî dokusunu koruyan birkaç şehir var ki, onlar istisna.
Her şeyin “yenilik” adına hızla dönüştüğü bu çağda, çıkan sesler çok gürültülü; ama çoğu şey çok hızlı eskimeye mahkûm. Bu da beni, kalıcı olanı yeniden düşünmeye itiyor.
Seyahatleriniz işleriniz üzerinde nasıl bir etki bırakıyor, bilinçli ya da bilinçsiz olarak?
Kesinlikle her ikisi de geçerli ve bence günümüzde seyahat, hayal gücümüzü canlı tutmak açısından her zamankinden daha kıymetli.Yapay zekânın getirdiği teknolojik kırılmaların ortasında yaşıyoruz ve bu dönüşümün etkisi daha da artacak gibi görünüyor.Tasarımcılar için de, genel anlamda insanlık için de en büyük sınav şu: Teknolojiyi merkezine değil, insanın zamanla, mekanla ve ritimle kurduğu bağa hizmet eden bir dünya yaratmak ve bunu sürdürülebilir kılmak.
Seyahat, özellikle bilinçli bir şekilde yapıldığında, insanı kendi anına çeker. Hem kendine hem de çevresine daha dikkatli bakmaya zorlar. Alışkanlıkların getirdiği konforu sarsar; bizi sonsuz bir içerik akışının yüzeyselliğinden uzaklaştırır.Bu yüzden de yalnızca ilham değil, aynı zamanda bir farkındalık alanı açar.
Şu anda hayalini kurduğunuz projeler veya destinasyonlar var mı?
Projeler açısından, şu anda yürütülen oldukça heyecan verici bir çalışma var.Amaç, Casa International’ın hem küresel ölçekteki varlığını güçlendirmek hem de markanın kendine özgü kimliğini bir adım ileriye taşımak. Bu hedef doğrultusunda iki yeni ürün grubu hayata geçiyor: Casa Outdoor ve IQON.
Uzun süredir titizlikle üzerinde çalıştığımız bu iki koleksiyon, artık son halini almaya başladı. Yenilikçi ve karmaşık yapılarıyla beni en çok heyecanlandıran türden projeler. Zihin açıcı, zorlayıcı ama bir o kadar da ilham verici.
Her iki ürün grubu da kendi tasarım diline ve karakterine sahip olacak. Ancak Casa’yı yıllardır farklı kılan temel değerlerden; kaliteli malzeme seçimi ve özenli işçilikten ödün vermeyecekler.

Ziyaretçilerin showroom deneyiminden ne almasını umuyorsunuz?
Casa showroom’una adım atan ya da yalnızca vitrinlerinden geçen birinin, her detayda bilinçli bir seçim, düşünülmüş bir niyet hissetmesini istiyorum. Yalnızca mobilyalarda değil, onları çevreleyen ışıkta, kullanılan malzemede ve mekâna yayılan biçimlerin sessiz uyumunda da bu hissin var olmasını önemsiyorum.
Özellikle vitrinlere odaklanırsak, geceyle birlikte bambaşka bir hale bürünüyorlar. Daha sinematik, daha hayal kurmaya açık bir atmosfer oluşuyor. Güzelliği yalınlaştırarak öne çıkaracak şekilde tasarlandılar. Gündüzse tempo değişiyor; sahne daha net, daha açık hâle geliyor. Her yerleşim, söze ihtiyaç duymadan bir hikâye anlatıyor. Her kare, izleyeni durmaya, incelemeye ve kendini o mekânın içinde hayal etmeye çağırıyor.
İçeride ya da dışarıda fark etmez showroom’un tümüne hâkim olan şey abartı değil, uyum. Rönesans’ın mimari ideallerinden beslenen bir estetik anlayışı var burada. Gösterişe ya da fazlalığa inanmam. Gerçek güzelliğin; oranlardan, mimariden ve kültürel bağlamla kurduğu dengeden doğduğuna inanıyorum. Bu showroom da tüm bunları sessiz ama net bir şekilde yansıtıyor.
Aynı zamanda buranın bir tür sığınak hissi yaratmasını da istedim. Sürekli uyarılan, yorgun düşmüş bir dünyada, buranın sakin, insana iyi gelen bir atmosfer sunması gerekiyor. Mobilyalar modern ama soğuk değil; etkileyici ama gösterişli değil. İnsanlar bu mekândan sadece etkilenmiş değil, aynı zamanda dinginleşmiş olarak ayrılmalı. Ve belki de kendi yaşam alanlarını daha bilinçli tasarlamaya dair bir fikirle... Bu fikir süslü objelerden değil, bir anlam duygusundan doğmalı.
Önümüzdeki yıllarda mobilya showroom’larının nasıl evrileceğini düşünüyorsunuz?
Milano’da yapmaya çalıştığımız gibi, mobilya showroom’larının sadece bir ürün sergileme alanı olmaktan çıkıp daha derin anlamlar taşıyan mekanlara dönüşeceğine inanıyorum.
Comments